Dün geceki ayazda mahsul
hep telef oldu diye hayıflanan bir pazarcının yanından geçiyordum. Çiçek açan
erik ağaçlarını, vişne ağaçlarını soğuk vurmuş. Baharın güneş yüzünü gösterdi
mi bahçelerin kenarlarına ekilen yeşilliklerin de akıbeti farklı olmamıştı.
Esasen güneş cömertliğini şubattan bu yana hiç esirgememişti. Son birkaç gündür
dünyamızın yörüngesinde dönmekten usanmadığı yıldızımızın ışınları kara
bulutların arkasında kalmıştı. Nisanın sonu yaklaşıyordu. Eskilerin anlattığına
bakılırsa yılın bu vakitleri ikindi
sonrası aniden bastıran yağmurların toprak kuruyken serpilen
marul,maydonoz,tere türünden yeşillikleri canlandırması gerekiyordu. Gel gör ki
bu günlerde hikaye, pozlu fotoğraf makineleriyle çekilmiş bir köşesi güneşin
parlamasına şahitlik eden dikdörtgen yağlı kağıtlarda göründüğünden oldukça
başkaydı. Çocukluğum boyumca yağan karların greyderle yol kenarına kürünmesini arkadaşlarıla hayranlık içinde televizyonda Red
Kit oynuyormuş gibi seyrettiğimi hatırlıyorum. O zamanlar okula,ekmek
fırınına,mahalle bakkalına,çarşıya pazara gidebilmek için komşular toplaşırlar,
kürekle,süpürgeyle,çalıyla daha doğrusu ellerine
geçen her türlü aletle karların arasından labirent gibi geçitler açarlardı.
Kurumuş bir pınardan damlar
gibi usulca boşlukta süzülen kar taneleri gördüğümde hemen evimizin önündeki
sokak lambasının altına koşuyorum. Elektrik tellerine,çamaşır iplerine,dut
ağacının dallarına,asma çardağının demirlerine konmuş beyaz tanelerini
fotoğraflıyorum.
Martın ortalarında soğuk
havalardan kaçıp evimizi çevreleyen türlü meyve ağaçlarını yurt edinen
kuşlarımız var. Arka bahçede radyomu masanın üzerine koyup semaver yakarken
-Bu dinlediklerin de şarkı
mı kardeşim? Bak, ben bir gazel patlatayım da dinle, diyen kuşlarımız var.
Onları kırmıyorum. Bir güzel ötmeye başladılar mı kapayıveriyorum radyoyu.
Gözlerimi kapıyorum,emmy ödülüne layık sesli dostlarımı dinliyorum. Birden bire
içimde ‘bu kuşların ötüşlerini kaydetneliyim’ diye bağıran bir ses duyuyorum.
Hemen kayıt cihazına davranıyorum. Çıtımı çıkarmadan kayda alıyorum. Ah bir de
şu araba kornaları olmasa…
Sonra, yağmur yağmayla
bahçeye doluşan,önüne ne gelirse tırmanan salyangozlarımız var. Çocukken
yağmurlu zamanlarda yağmur dinse de bahçeye çıksak,kıyıda köşede, ağaç dalında,
tahta sırtında nerede salyangoz varsa toplasak,torbalara doldurum yokuşun
başındaki otluğa bıraksak diye düşünürdük. Şimdi salyangoz dostlarımı hiç
dokunmuyorum. Ihlamur ağacına tırmanan azimli bir tane gördümü fotoğrafa
alıyorum.
Unutmadan bir de kış
uykusundan uyanıp dört yana dağılan kaplumbağalarımız var. Çocuklar haber
veriyor nerede görseler. Üşenmiyorum,gidip yanına sohbet ediyorum. Beni duyduklarını
biliyorum. İzin istiyorum önce fotoğraflamadan. Öyle ya,izinsiz olmaz bu işler.
Sonra onlarında yakışıklı birer yan pozlarını alırım.
Eskiden de fotoğraf
makinemiz vardı ama leyleklerin,helikopter
böceklerinin,kuşların,kaplumbağaların, solucanların,kızarmış
narların,kurutulmuş tarhananın fotoğrafını çekmezdim. Bir gün onları yerlerinde
göremeyeceğimden korkuyorum. Bizim mahallemizde bir zamanlar leylekler
takırdardı,kuşlar cıvılaşırıdı,solucanlar toprağın altını oyardı,sincaplar
ağaçta ceviz bırakmazdı diye dost meclisinde bahsettiğimde kimsenin
inanmayacağından korkuyorum. Bir de bütün bunların bir zamanlar olduğuna inanan
ama yokluklarını yadırgamayanların sayılarının artmasından korkuyorum.
Yorumlar
Yorum Gönder