Harıl harıl yanan odunların alevi isten kararmış duvarı aydınlatıyordu. Doktorun odasının caddeye bakan tarafında bulunan soba, az sonra gökyüzüne fırlamaya hazırlanan bir uzay roketi gibi gümbürdüyordu. Yanan odunların çıtırtıları ağır ağır yağan kara eşlik ediyor, gençken heyecanla izlenen filmlerin sonundaki mutluluk manzaralarını andırıyordu. Doktor sandalyesinden kalktı. Cam kenarından kaldırımda yürüyenleri izledi. Paltolarına sıkı sıkı sarılan bu siyah lekeler kabuğuna çekilen kaplumbağalardan farksızdı. Ellerini sobaya uzattı. Biraz ısındıktan sonra kitaplığa yöneldi. Bu sırada ahşap merdivenleri gıcırdatarak gelen ayak sesleri duyuldu.
- Nasılsın doktor.
- İyiyim. Seni bugün beklemiyordum.
- Aslında bugün randevumuz olmadığını biliyorum ama...
İçeri giren adam sözlerini tamamlayamadan doktor el işaretiyle köşede duran koltuğu gösterdi.
- Zaten bugün beklediğim kimse yoktu. Evde yapacak bir şey bulamadım. İnsan nerede mutlu olursa eninde sonunda oraya geri dönermiş. Ben de galiba en çok burada mutlu oluyorum. Ne ara geldim onu bile hatırlamıyorum. Bu arada ıhlamur var, içersin değil mi?
Adam bu soruya cevap vermedi. Ellerini çenesine dayamış, bakışlarını boşluğa dikmişti. Doktorun söylediklerini de dinlememişti.
- Ne dedin doktor?
- Yine daldın bir yerlere. Ihlamur çayı var. Kokusu da mı gelmedi burnuna? İçeriz değil mi?
- İçeriz tabi, dedi adam kekeleyerek. Aslında ben buraya şey için gelmiştim.
Doktor adamın sözlerini tamamlamasına izin vermeden konuşmaya başladı.
- Biliyorum. Buraya çay içmeye gelmedin. Zaten buraya kimse çay içmeye gelmez. Derdi çay içmek olan adam kahvehaneye gider. Kafanı içinde bir kurgu var. İçeriğini göremiyorum ama var biliyorum. Bazen olguların varlığını kabul etmek için görmek gerekmez. Hissetmek yeter.
Koltukta oturan adam hafifçe gülümsedi. Arkasına yaslandı. Bu kez doktorun söylediklerini harfi harfine dinlemiş ve anlamıştı. Ne de olsa aynı dili konuşuyorlardı artık.
Yorumlar
Yorum Gönder